Gazete manşetleri

Alman Stern dergisinin ‘Kundakçı Erdoğan’ kapağı ne anlama geliyor?

‘Erdoğan artık aile dışında kimseye güvenmiyor. Birçok otokratı yakalayan otokrat lanetidir bu. Çevresinde bir hayranlık ve korku karışımı var. Ve sorunlu bir ortağa bağımlı: MHP. ‘Bozkurtlar’ın siyasi kolu orduda, yargıda ve bürokraside kilit noktalara yerleşmiş durumda. Erdoğan üzerinde baskı kuruyorlar.”

Derler ki: Dostlarını yakın, düşmanını daha da yakın tut. Bu, ne tuhaftır ki, Jason Statham’ın Revolver isimli filminde de geçen bir repliktir aynı zamanda.

İnsanların riyakârlığını ifade eder; öyledir çünkü, bazı insanlar yüzünüze gülümser, arkanızdan bin türlü iş çevirir. Böyle insanların olduğu bir dünyada birine güvenmek zordur.

Jonas Breng’in Stern’de yayınlanan yazısı bunu düşündürdü bana.

Hiç kuşkusuz, Breng için ‘düşman’ demek, sizi alır, terbiyesizlik ve hadsizliğin kapısı önüne bırakır. Lakin Breng için ‘yalaka’ da denemeyeceği açık. Çünkü o, siyaset ve ekonomi okumuş, polis muhabirliğinden köşe yazarlığına kadar yükselmiş, hazırladığı dosyalarla Axel Springer dâhil pek çok ödül almış biri.

Stern ile de güçlü bir bağı var. Henri Nannen Gazetecilik Okulu mezunu.

Henri Nannen kim? Eski bir gazeteci. Ama en önemlisi: Stern’in kurucusu.

Kundakçı mı, Baş Belası mı?

Tuhaf bir şey var; dergi, kapakta ‘kundakçı’ (Der Brandstifter) diye tanımlıyor Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı. İçte ise ‘baş belası’ (Der Unruhestifter) deniyor. Belli ki, Breng, baş belası demekle yetinmiş. Ancak derginin yayın yönetmeni, Gregor Peter Schmitz, kim bilir ne adına, başlığı değiştirme ihtiyacı duymuş.

Bu dergicilikte zaman zaman görünen bir hadisedir. Önce iç sayfalar hazırlanır. Sonra kapak ve içindekiler. Hatta bazen, çok özel durumlarda, iç basılsa bile, kapak biraz geç basılır; günceli kaçırmamak adına. Öyle ya, dergicilik periyodik bir yayıncılık. O an yakaladın, yakaladın; aksi halde bir hafta sonra söyleyebilirsin söyleyeceğini.

Breng’in metni, bir roman gibi başlıyor: “İktidar güçten düşürmüş. Bunu makyajdan bile anlamak mümkün. Gözlerinin çevresinde derin kırışıklıklar, yanaklar mum gibi. Ağır adımlarla yürüyor. Bıyığı hayal ettiğiniz kadar muhteşem. Yüzünde alacalı bir grilik; barikat gibi beliriyor.”

Stern, kendini solda, ama sol-liberal çizgide tanımlayan bir dergi. Doğrudan sadede gelmemesi doğal.

Ancak birkaç satır sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bursa’daki mitinginden söz edildiği anlaşılıyor. Güzel bir Ocak günü Bursa’da, diyor Breng ve ekliyor: “Erdoğan, bugün hâlâ eski benliğini koruduğunu göstermek için ülkenin kuzeybatısındaki milyonların yaşadığı şehirde. Daha da iyisi: Henüz yaşlanmamış olması. Birkaç hafta önce sosyal medyada onun videoları dolaştı. Yürümekte zorlandığı görüldü. Belirsiz bir şekilde kalabalığın arasından geçti, hatta bir korumaya tutunmak zorunda kaldı. Gazeteciler Twitter’da ve televizyonda spekülasyon yaptı: Hasta mı? Zayıf mı düştü?”

Anlıyoruz ki, derginin Afrika ve Orta Doğu uzmanı, ülkemizi yakından takip ediyor. Mesela Erdoğan’ın sosyal medyadan nefret ettiğini, gazetecilerden de nefret ettiğini, ama zayıflıktan daha çok nefret ettiğini söyleyebilecek kadar ilgili.

Şu denebilir tabii: Bunları bilmeyecek ne var? Avrupa Konseyi’nin kamuoyuna açıkladığı bir rapora göre, “Türkiye, dünyada en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülke”. 2018 sonu rakamlarıyla Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde cezaevinde olan 130 gazeteciden 110’u Türkiye’de. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) 13 Ocak 2023 tarihli verilerine göre ise 44 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde.

Ebedi Sultan Düşebilir mi?

Türkiye, kuruluşunun 100’üncü yılında. Buradan hareketle, hem Cumhurbaşkanı hem de AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla Erdoğan, 28 Ekim 2022’de, Ankara Spor Salonu’nda, salondakileri selamladıktan sonra, partisinin “Türkiye Yüzyılı” tanıtımını yaptı.

İşte Breng, bunu da bilerek diyor ki: “Erdoğan, Birlikte Türklerin asrını kuracağız! diye gürleyen bir sesle Bursa’da bağırıyor, sanki hâlâ ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Erdoğan önümüzdeki ay 69 yaşında olacak. 2003’ten beri Türkiye’yi yönetiyor. Önce başbakan, şimdi cumhurbaşkanı. O kadar uzun süre hüküm sürdü ki, Türkiye’yi onsuz hayal etmek pek mümkün değil. Ancak bu yıl, her şey farklı olabilir.”

“Her şey farklı olabilir”, “Her şey çok güzel olacak” gibi bir şey sanırım. Oysa her farklı olan şey güzel olmayabilir de…

Öte yandan, merak da ediyorsunuz: Neye istinaden her şeyin farklı olacağını söylüyor Breng?

Devam edelim: “Ülkede cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yanı sıra parlamento seçimleri de yapılıyor. Bu ikili bir iktidar mücadelesi. Aynı zamanda Erdoğan’ın tarihteki yerini belirleyecek bir mücadele de. Anketler, muhalefetle göğüs göğse bir yarış öngörüyor. Ebedi sultan düşebilir mi?”

Anketlerin zaman zaman manipülasyon amaçlı kullanıldığını sanırım sağır sultan bile biliyordur. Ayrıca anket düzenlemenin ciddi bir birikim gerektirdiği de ortada… Sadece bazı soruları alt alta dizip, yanıtları belli sepetlerde istiflemek anketçilik değildir.

Suyu bulandırmayalım. Breng diyor ki: “Erdoğan şu anda uluslararası sahnede günün adamı. Elindeki tüm ipleri çeken, buradaki çatışmaları çıkaran ve orada onları sakinleştiren kurnaz bir kuklacı. Öyle görünüyor ki Erdoğan, krizlerle dolu dünyanın kaderini belirliyor. Savaş çığırtkanı Putin’le olduğu kadar Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski ile de pazarlık yapıyor. Kendi askeri ittifakını küçümseyip Batı’yı zayıf gösterse de İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya kabulünü engelliyor. Suriye için bir Barış Konferansı yapılıp yapılmayacağına kendisi karar veriyor. Türkiye olmasaydı Tahıl Anlaşması olmazdı diyor. Afrika’nın kuraklıktan mustarip ülkelerine sayelerinde Ukrayna buğdayı gittiğini, aksi halde bu ülkelerin aç kalacağını ima ediyor. Bir kumarbaz gibi, işine yarayacaksa ateşi körüklüyor.”

Türkiye’nin Kürt Bölgeleri

Yer yer sizi ikna eden cümleler kuruyor Breng. Evet, diyorsunuz, doğru söylüyor. Sonra ezberinizi bozan cümleleri, o doğru kabul ettiğiniz cümlelerin yanına itina ile yerleştiriyor. “Türkiye’nin Kürt bölgelerinde…” diyor mesela.

Ne demeye çalışıyor acaba?

Kürdistan, demek istiyor da, bu kadar ileri mi gitmek istemiyor?

Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’ni mi kastediyor?

Bu cümleyi takiben yine muğlak bir ifade kullanıyor: “Türkiye’nin Kürt bölgesinde, Suriye’de ve Almanya’da tutucularını Türk muhalefet figürlerine karşı zehirledi.”

Kuşkusuz Altılı Masa’dan söz ediyor. Daha doğrusu, bu altı muhalif parti başkanlarını söz konusu o bölgelerde eleştirmesinden söz ediyor. Ama kaygan bir zeminde söylüyor bunları. Bir de ‘zehir’le bağ kurarak söylüyor.

Oysa iftira da diyebilir, yalan da diyebilir yahut bambaşka bir sıfat da… Lakin tercihini zehir’den yana kullanıyor.

Bir kukla oynatıcısı olarak tanımladığı Erdoğan’ın tüm bu ipleri nasıl kullandığını soruyor daha sonrasında da.

Sözü yine Breng’e verelim: “Erdoğan uzun ve zorlu bir yol kat etti. En aşağıdan en tepeye. Simit satan çocuktan çağdaş Türkiye’nin tanımlayıcı figürüne. İstanbul’un fakir bir semti olan Kasımpaşa’dan geliyor. Babası (Ahmet Erdoğan) onu Kur’an kursuna gönderiyor. Futbol oynamasını yasaklıyor. Erdoğan buna itiraz ediyor ve futbolda yarı profesyonel seviyeye geliyor. İyi paslar veriyor. Takım arkadaşları ona Beckenbauer diyor.”

Sahiden öyle mi, deniyor, bilmiyorum. Çünkü Türkiye’de Beckenbauer pek bilinmiyor. Bilenler de onu sadece Milli Takım’dan hatırlıyor. Alman kültüründeki etkisi ve spor dünyasındaki ağırlığı ıska geçilmiş vaziyette. Çünkü bu ülke golcüleri seviyor, oyun kuranları değil.

Otoriter baba… Ayak öpme… Falaka…

Birkaç satır sonra Breng’in Bursa Miting’inde, Türkiye’nin Yüzyılı’ndan söz ederken, niye birdenbire Erdoğan’ın çocukluğuna geçtiğini anlıyorsunuz. Bir psikolog, bir psikanalist edasıyla aktarıyor Erdoğan’ın çocukluğunu… Dahası: Kafka’nın Yargı hikâyesindeki ‘baba’ ile ‘oğul’ çatışmasına benzer bir dünya kuruyor.

Okuyalım o satırları: “Erdoğan, disiplini olduğu kadar asabi tavırlarını da babasından aldığı söyleniyor. Türk gazeteci Can Dündar’a göre, Erdoğan’ın maruz kaldığı cezalar o kadar ileri gitmiş ki, baba oğlunu döverken iple tavana asmış.”

Sanırım falaka demeye getiriyor Breng.

Doğru da söylüyor. Erdoğan’ın anılarından biliyoruz. Babasından korktuğunu söylüyor. Onu “aslında ceberut bir adamdı” diye tarif ediyor ve ekliyor: “Küfür ettiğiniz anda faturasını çok ağır ödersiniz, onun için zaman zaman babam bizimle hesaplaşmıştır.”

Hesaplaşma dediği, muhtemelen 5 yahut 6 yaşındaki bir çocuğu ayağından tavana asmak!

Öte yandan Ahmet Erdoğan’ın sık sık öfke nöbetleri geçirdiği, ardından da pişmanlık nöbetlerine girdiği herkesçe malûm. Lakin 32 yaşındaki bir muhabirin bu kadar detayı bilmesi çarpıcı.

Dağılmadan ilerleyelim. Söz yine Breng’te: “Ayağından tavana asılan oğul, babasını yatıştırmak için ayaklarını öpüyor.”

İster istemez biraz duruyorum. İki şey geliyor aklıma. İlki: AK Parti Ordu Milletvekili Şenel Yediyıldız’ın TV52’de söylediği, “Tayyip ağabeyin ayakkabısını elimizle yalamamız lazım” cümlesi. İkincisi: Erdoğan’ın, 2014’te, katıldığı Kadın ve Adalet Zirvesi’nde söylediği, “Ben anacığımın ayağının altını öperdim.” cümlesi.

Görünüşe göre vaktiyle eylemi yapan zamanla eyleme maruz kalana dönüşmüş: Ayak yalayan – ayağı yalanan. Birinde hakiki bir eylem söz konusu, diğerinde ise şifahi bir durum.

Paşa Gibi Yaşıyor

Breng’in tüm bunları anlatmadaki muradı, Erdoğan’ın özünden uzaklaştığını göstermek. Nitekim bunu belirtiyor da: “Kasımpaşa dünyasından çok çabuk ayrıldı. Yıllardır Türk Cumhurbaşkanı paşa gibi yaşıyor. Üç saray yaptırdı. Ankara’da 1000 odalı bir mülkü var ve Ege’deki yeni yazlık evinin fotoğrafları geçtiğimiz günlerde kamuoyuna açıklandı. Cumhurbaşkanı, özel plajı ve havuzu olan 62 milyon avroluk ev için yüzlerce ağaç kesti. Erdoğan büyük sever, gösterişi sever. Korona krizinin ortasında dünyanın en pahalı uçaklarından birine sahip oldu; dikkat edin, özel filosuna katılan bu sekizinci uçak. Muhalefet öfkelendi, destekçileri omuz silkti.”

Zenginlik ve güç düşkünlüğünün altını kalın kalemle çizdikten sonra spotu başka bir yere tutuyor Breng: “Türkiye’nin otoriter yapıları hakkında bir kitap yazan Halil Karaveli, ‘Erdoğan’ın heyecan verici yanı da bu’ diyor. ‘Bunlar ona zarar vermez. Erdoğan saray yapınca insanlar bunu Türkiye’nin başarısının bir parçası olarak görüyor.’”

Burada durup, Halil Karaveli kim, bakmak gerekiyor. Bilmeyenler için söyleyelim: Karaveli, İsveç-Amerikan İpek Yolu Araştırmaları Enstitüsü’nde Türkiye sorumlusu ve Turkey Analyst yayınının editörü. New York Times ve Foreign Affairs’de yazıları yayımlanıyor. Türkiye tarihini sol perspektiften yorumlayan kitabı Why Turkey is Authoritarian: From Atatürk to Erdoğan (Türkiye Neden Otoriter – Atatürk’ten Erdoğan’a) 2018’de Pluto Press tarafından yayımlandı.

Dört Nala Yükselen Fiyatlar

Yavaş yavaş meramını anlatmaya başlıyor Breng: “Eğer başarılı olamazsa durum onun için tehlikeli bir vaziyet alacak. Ülkenin ekonomik durumu felaket. Enflasyon şu anda resmi olarak yüzde 64. 2017’de hâlâ 1:4 oranında Euro’ya çevrilebilen lira, şimdi 1:20’ye düştü. Türkiye’yi dolaşan herkes, Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde her yerde eşyalarını satan, dört nala yükselen fiyatlar yüzünden evlerini boşaltmak zorunda kalan insanlarla karşılaşıyor. İlk bakışta, İstanbul’daki ünlü İstiklal gibi alışveriş caddeleri her zamanki gibi hareketli görünüyor. Ancak döviz bürolarındaki görüntüler ve vize bürolarının önündeki insan kuyrukları farklı bir hikâye anlatıyor. Erdoğan’ın kendi seçmenleri krizden özellikle ağır darbe alıyor: Emekliler ve düşük gelirli çalışanlar. Son birkaç aydır iktidardaki AK Parti özenle hediye dağıtıyor. Erdoğan asgari ücreti birkaç kat artırdı. Emeklilikte yaşa takılanlar için engelleri kaldırdı. Yükselen emlak fiyatlarına karşı apartmanlar yaptırdı. Bütün bunlar çok az etkili oldu. İstanbul’da kiralar son iki yılda üç katına çıktı. Türkiye’nin ekonomik başarısı bir zamanlar onu büyük yaptı. Türkiye, 2001-2013 yılları arasında gayri safi yurtiçi hasılasını üçe katlamayı başardı ve yıldız, o dönemde ülkeyi bir ‘turbo devlet’ olarak da görüyordu. Ancak o zamanlar başarının babası olarak görüldüğü gibi, şimdi de öncelikle para politikası nedeniyle kazadan sorumlu tutuluyor. Erdoğan ekonomiyi boğmamak için faiz artırmadı. Bu da enflasyonu daha da yükseltti. Ancak Erdoğan, ucuz kredi ve güçlü ekonomik büyüme ile ancak Mayıs seçimlerinde şansı olduğuna inanıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı için kritik bir dönem ve geçmişte kendisine güç sağlayan reçetelere geri dönüyor: Muhalefetle savaşmak için mümkün olan her yolu kullanıyor. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında mahkeme kararı manşetlere taşındı. Kararla Erdoğan, en tehlikeli hasımlarından birini saf dışı bırakmayı umuyor.”

Breng’in şu cümlesi çarpıcı: “Erdoğan, tek başına iktidar rolü bölünmüş bir muhalefeti birleştirdi. Başkanlık sisteminde olunduğundan kendisine kötülük yaptı.”

Rakiplerini Suçlama Konusunda Sınır Tanımıyor

Breng, sözü dönüp dolaştırıp, Bilim ve Siyaset Vakfı (Stiftung Wissenschaft und Politik) Türkiye uzmanı Günter Seufert’e getiriyor. Onun şu cümlesine: “İmamoğlu davası, rakiplerini kriminalize etme konusunda artık gerçekten büyük isimleri bile esirgemediğini gösteriyor.”

Breng burada açıyı genişletme ihtiyacı duyuyor: “Uluslararası sahnede de tablo aynı: Erdoğan ortamı kızıştırıyor. Son olarak, Türkiye’nin birkaç ada konusunda ihtilaflı olduğu Yunanistan’a yönelik tehditlerini yoğunlaştırdı: ‘Türkiye, Tayfun füzeleri üretiyor. Bunu yapmak istediğimizden değil, ama akıllı olun. Adaları silahlandırmaya devam ederseniz, elimiz kolumuz bağlı durmayız’ diye fısıldadı geçenlerde. Erdoğan, bu tür açıklamaların Türkiye’de iyi karşılığı olduğunu biliyor. Düşmanlara ihtiyacı var. Seçmenlerini arkasında birleştirmek için kaosa ihtiyacı var. Dövüş modunda elinden gelenin en iyisini yapıyor. Genç bir adamken, bir keresinde araba sürücüsünün öldüğü ciddi bir araba kazası geçirdi.

Erdoğan seçim kampanyasını yine de kırık bir kaburga kemiğiyle sürdürdü. Ancak ne kadar bir savaş ağası gibi davranırsa davransın, Yunanistan ile askeri bir çatışma çıkması pek mümkün değil. Uluslararası alanda o bir fırsatçı. Onun inancı şu: Kendin için yararlı olanı yap. Türkiye’nin Aralık ayında Kürtlere karşı büyük bir kara saldırısını yalnızca ABD, Rusya ve İran’daki direnişin engellediği Suriye’de, bu nedenle üç yönlü bir “barış ittifakı” olsa bile despot Beşer Esad ile yakında görüşmek istiyor. Putin odada. Erdoğan, bir keresinde iç savaş sırasında Esad’la arası bozulana ve ona ‘katil’ diyene kadar tatile gitmişti. Ama şimdi Türkiye’deki yaklaşık dört milyon Suriyeli mülteci için bir çözüme ihtiyacı var. Erdoğan’ın standartlarına göre bile dış politikadaki bu U dönüşü maceralı, ama artık birçok Türk mültecileri bir yük olarak görüyor ve bu seçim kampanyasında önemli bir konu. Yani Erdoğan’ın bir şeyler yapması gerekiyor.”

İslamlaşmayı Teşvik Ediyor

Breng’e göre dış politika söz konusu olduğunda daha çok sezgilerinin peşinden gidiyor Erdoğan: “Yoksul Kasımpaşa mahallesinin bugüne kadar yabancı dil bilmeyen çocuğu defalarca tüy döktü. 1980’lerde İslam’a aykırı olduğunu düşündüğü için kadınlarla tokalaşmadı. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçim kampanyasında fahişelerle konuştu ve kampanyasını kadınlar üzerine kurdu. Ardından, 2003’te Erdoğan ilk kez başbakan olduğunda, birçok kişi İslam’a geçiş bekliyordu. Ancak Erdoğan başlangıçta liberal reformları sürdürdü. Ancak Türkiye’nin AB üyeliğinin gitgide daha da uzaklaştığı anlaşılınca rotasını değiştirdi. Gezi Parkı’ndaki protestolar ve 2016’daki başarısız askeri darbenin ardından nihayet farklı yüzünü gösterdi. Muhalefete zulmeden ve gazetecileri hapse atan otokratın yüzünü. Erdoğan katı, alfa siyasetçi, popülist, ama her şeyden önce dindar bir Müslüman. Hayatındaki en önemli sabit budur. Son yıllarda Türk toplumunun İslamlaşmasını teşvik etmiştir. İstanbul’daki meşhur Ayasofya’yı yeniden camiye çevirmiş, Diyanet’in bütçesini katlamış, çok sayıda okulu medreseye çevirmiştir. Çocukken kendisi de bu İmam Hatip okullarından birine devam etmiş. O zamanlar Türkiye genelinde 50 bine yakın öğrencisi varmış. Bugün bir milyondan fazla var. Günleri demirden bir ritim izliyor. Saat altıdan önce kalkmak, sabah namazı, sabah sporu, ardından kahvaltı ve gazeteler. Saat on birde sarayda. Şeker hastalığına rağmen, hafta içi eşi Emine ile birlikte yaşadığı Ankara’daki saray bahçesindeki köşke gece yarısından önce nadiren dönüyor.

Erdoğan artık aile dışında kimseye güvenmiyor. Yıllarca iktidarda kaldıktan sonra birçok otokratı yakalayan otokratın lanetidir bu. Yemeğini zehir için test ettiriyor. İçeriden kaynaklara göre, çevresinde bir hayranlık ve korku karışımı var. Tecrübeli politikacılar onunla konuşurken seslerini alçaltıyorlar ve okul çocukları gibi tepeden bakıyorlar. Çalışanlar bazen tokatlanıyor ya da üzerlerine belgeler fırlatılıyor. Erdoğan televizyon izlemeyi çok seviyor ve bildirildiğine göre nadiren kitap okuyor. Sahnede özgürce şiir okumayı seven genç bir adamken bile gizlice terk edilmiş gemilere binip büyük konuşurmuş. Bugün kitlelere konuştuğu gibi dalgalarla konuşmuş. İnternete güvenmiyor. Ancak bu, sosyal medyada AK Parti adına propaganda yapması için binlerce kişiye para ödemesine engel değil. Bu yılki seçim kampanyası onun için artık en büyük güç sınavı, tüm imkânlarıyla ajitasyon yapmaya çalıştığı Alman Türklerinin de dahil olmak üzere her oya ihtiyacı var. Ve sorunlu bir ortağa bağımlı: MHP. Radikal sağcı ‘Bozkurtlar’ın siyasi kolu orduda, yargıda ve bürokraside kilit noktalara yerleşmiş durumda. Erdoğan üzerinde baskı kuruyorlar.”
Görünüşe göre durum tespitiyle yetiniyor Breng. Söyledikleri içinde aykırı, bilinmedik bir şey yok. Dışarıdan bakışın bizlere kazandırdığı pek bir şey de yok gibi.

Yine de haksızlık etmeyelim. Belki son satırlarda bir şey söylüyordur: “Kemal Kılıçdaroğlu’nun muhalefeti temsil etmesi muhtemel. Bir zamanlar içinde Erdoğan taraftarlarının da bulunduğu bir kalabalık tarafından neredeyse linç edilmek üzere olan 74 yaşındaki, uzun süredir mazlum olarak görülüyordu. Fazla havasız, fazla liseli. Ancak bu seçim kampanyasında bürokrat buldozer Erdoğan’ın başına bela olabilir. Erdoğan’ın böldüğü yerde Kılıçdaroğlu muhalefeti bir arada tutuyor. Stern ile yaptığı bir röportajda şunları söylemişti, hatırlayalım: ‘Erdoğan bir otokrat haline geldi. Elinde sopayla ülkeyi yöneten insan, toplum yararına hiçbir şey yapamaz.’ Anketlere göre Erdoğan ve Kılıçdaroğlu hemen hemen aynı seviyede. Yani sonunda Erdoğan’ın kaderi Kürtlere bağlı olabilir. Siyasi hayatı boyunca çelişkili ilişkiler içinde olduğu o 15 milyon insana.

Başbakanlığının ilk günlerinde onlarla bir barış süreci başlattı ve oldukça popülerdi. Ancak 2015 seçimlerinde Kürt partisi HDP güçlenince müzakereleri bozdu ve karizmatik lider Demirtaş’ı hapse attı. Artık HDP’nin kapatılması bile söz konusu. Peki, Erdoğan seçim yenilgisini kabul eder mi? İktidardaki partisi AK Parti, tıpkı aşırı sağcı ortağı MHP gibi şimdi ordu ve polise o kadar derinden bağlı ki, uzmanlar, halkın iradesine karşı iktidarda kalabileceği konusunda spekülasyon yapıyor. Erdoğan bir röportajında ​​demokrasiyle olan ilişkisini bir tramvayınkine benzetmişti. O yol, amaç değil. Ve bir yolculuğun sonunda kesinlikle inebilirsin.”

Batı’da eğitim almış, Stern’in formasyonundan geçmiş, Afrika ve Orta Doğu konusunda kendini geliştirmiş, genç yaşına ödüller sığdırmış bir muhabir, polemik yaratması olası dosyasında bunları söylüyor. Cımbızlamadan, çok çok az yerini atarak, tüm çıplaklığıyla aktarmaya çalıştım.

Şimdi bu bize ne söyler? Bize bir şeyler söylemeli mi? Söylediği kaale alınmalı? İşte buna bakma gerek. Hem de bir an önce…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Öne Çıkanlar

Exit mobile version